BİLİM DÜNYASINDAKİ EN KORKUNÇ DENEY: KÜÇÜK ALBERT DENEYİ

Gözleme ve deneylere dayalı bilimsel yöntemle araştırma, psikolojiye ilk olarak 20. yüzyılda davranışçılık kuramıyla girmiştir. Davranışçılık kuramı, ilk çıktığı zamanlarda psikoanalizin gölgesinde kalırken 1950’li yıllarda alanında büyük bir yankı uyandırmayı başarmıştır. Davranışçılık kuramının Amerika’daki öncüsü John Broadus Watson (1878-1958), 1913’te yayımladığı bir yazısında psikolojinin içe bakış veya zihinsel fenomenler gibi gözlem yapılması mümkün olmayan olaylara yer vermemesi gerektiğini, ayrıca pozitif bilimlerin saf deneysel bilim dalı olması gerektiğini vurgulamıştır (Türkçapar ve Sargın, 2011).

Davranışçı düşünceye sahip olan bilim insanlarının birçoğu, çeşitli deneysel faaliyetlerle düşünceleri gözlemleyebilmenin mümkün olduğunu savunurken, John B. Watson ise davranışı etkileyen en önemli unsurun çevre etkisi olduğunu düşünerek çevrenin bizi şekillendirdiğini defalarca kez vurgular: “Bana bir düzine sağlıklı bebek verin, kendi özel davranışçı yöntemlerimle onları yetiştirerek, başka bir şeye gereksinim duymaksızın onları doktor, avukat, sanatçı, esnaf, hatta dilenci veya hırsız yapabilirim” demiştir (Watson, 1920).

Davranışçı düşünceyi yaptığı deneylerle başlatıcısı kabul edilen ünlü Rus fizyolog Ivan Petroviç Pavlov’un, 1890 yılında köpekler üzerinde yapmış olduğu deneyle davranışçılığın önemli kavramı olan klasik koşullanmayı keşfetmesi, John B. Watson’a “Küçük Albert” deneyinde önayak olmuştur. Psikolojinin asıl amacı insanda davranışı öngörebilmek ve kontrol edebilmekken, 1920 yılında Watson tarafından yapılan “Küçük Albert” deneyiyle insanların fobik tepkilerinin de klasik koşullanma yoluyla açıklanabileceği deneysel olarak gösterilmiştir (Watson, 1920).

Watson’un gerçekleştirdiği bu deney, insan üzerinde yapıldığı için “Bilim dünyasındaki en korkunç deney” olarak nitelendirilmektedir. Deney, henüz sekiz aylık sağlıklı bir bebek olan Albert’e ilk kez gördüğü nesneler sunularak başlar. Beyaz bir fare, tavşan, yanmakta olan kâğıt parçaları, pelüş bebekler ve maske gibi ilk kez karşılaştığı bu nesnelere olan koşulsuz karşı tepkisi kayıt altına alınır. Küçük Albert, gördüğü tüm nesnelere gülümserken halihazırda bir korkuya sahip olmadığı tespit edilmiştir.

Deney, boş bir odada yalnız bırakılan bebeğin yanına beyaz bir fare bırakılmasıyla tam anlamıyla başlamıştır. Albert, fare ile kendi kendine onu yakalamaya çalışarak oyun oynamaya ve eğlenerek gülmeye başlar.

Deney bir boyut daha atlatılır ve yine boş odada yalnız bırakılan bu bebeğe, her beyaz fareye dokunmasıyla rahatsız edici bir ses ortaya çıkarılır. Bu sesleri işiten Albert, korkuyla ağlamaya başlar. Ağlamayı kesip tekrar normal hâline döndüğünde fareye yine dokunmak ister; ancak yine işittiği bu rahatsız edici sesle kendini fareden uzaklaştırır.

Birkaç gün boyunca tekrarlanan bu deney sonucunda Küçük Albert, kendisine gösterilen her beyaz nesneden korkmaya ve irkilerek kaçıp ağlamaya başlar. On gün sonra bu deney tekrar edildiğinde Küçük Albert’te fare korkusunun daha az kendini gösterdiği (sönme) ölçülmüştür. Fakat fareyi ve o rahatsız edici sesi yine duymasıyla korkusunun tekrar su yüzeyine çıktığı görülmüştür.

Küçük Albert’te gözetilen bu davranış, çevresel nedenlerin korkuyu ortaya çıkardığının ispatıdır (Watson ve Tellegen, 2009). Watson, düşüncelerini bu deneyle doğrularken bilim dünyasından tepki gördüğü gibi alkış da almıştır. Deneyin sonucunda ise korkuyla koşullanmadan doğan bilginin, diğer bilgilerden çok daha kalıcı olduğu bulgulanarak yapılan bu deney korkuyla ilişkilendirilmiştir (Althusser, 2000).

Deney, aynı zamanda başka bir çıkarımda bulunmamıza da yardımcı olmuştur. Toplumla bağ kurarken, toplumda gelişim gösterirken bir şeylerden korkarak şekillendiğimizi ve böylece korkunun, bir tür uyum aracını devreye sokan ilişki türü olduğunu da bizlere göstermektedir (Eren, 2005).

Görüleceği gibi korku, insanlarda kalıtsal olarak bulunsa da çevresel faktörlerle sonradan da edinilebilen ya da ilerletilebilen bir histir. Çevresel faktörler, bazı durumlarda doğuştan oluşturamadığı o hasarı sonradan kazandırarak tıpkı doğuştancılık etkisi yaratabilir.

Kaynakça:

·  Althusser, L. (2000). İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları (M. Özışık & Y. Alp, Çev.). İstanbul: İletişim Yayınları.

·  Clifford, T. M. (2009). Psikolojiye Giriş (S. Karakaş & R. Eski, Çev.). İstanbul: Eğitim Kitabevi.

·  Eren, A. (2005). “Korku Kültürü, Değerler Kültürü ve Şiddet”. Sosyal Politika Çalışmaları Dergisi, 8, 23-36.

·  Türkçapar, M. A. & Sargın, A. E. (tarih yok). “Bilişsel Davranışçı Psikoterapiler: Tarihçe ve Gelişim”. Bilişsel Davranışçı Psikoterapi ve Araştırmalar Dergisi.

·  Watson, D. & Tellegen, A. (1985). “Toward a consensual structure of mood”. Psychological Bulletin, 98, 219-235.

Nisa Begüm Çevik

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

g

An legimus similique intellegam mel, eum nibh tollit assentior ad. Mei ei platonem inciderint.

e