TOPLUMSAL CİNSİYET

TDK’ya göre toplumsal cinsiyet, “bireyin belli bir cinsten olduğuna ilişkin bilgiye, bu bilgi dahilinde toplumsal düzlemde bireyden beklenenlere ve toplumda bireye biçilen konuma işaret eder” şeklinde tanımlanır.

Bu kavram, diğer bir deyişle, cinsler arasındaki farklılıkları yapısal ve ideolojik açıdan ele almasıyla biyolojik cinsiyetten farklıdır (Scott, 2007). Ayrıca, toplumsal cinsiyetin tarihsel bir süreci bulunmaktadır.

Toplumsal cinsiyet bağlamında ele alındığında, duygular bile kadın ve erkeğe belirli kalıp roller sunmaktadır. Tarih boyunca kadın ve erkeğin algı ve rol farklılıkları, onların duygularını ve bu duyguları ifade etme biçimlerini kontrol eden bir kurallar silsilesi meydana getirmiştir. Bu süreçte erkek “akıl”, kadın ise “duygu”yu temsil eder hale gelmiş; mantık ise kadınlığın aşılması anlamına gelmiştir. Duygular, kadınlar gibi geri plana atılmış ve kendini ifade etme çabası içerisine girmiştir (Yıldırım ve Gül, 2021).

Akıl alkışlanırken, kadına atfedilen duygu geri plana itilmiştir. Artık tamamen bireysel olan duygular, bu bireysellikten sıyrılarak cinsiyetlere atfedilmiş; güç, iktidar, adalet, hiddet ve saldırganlık erkeklere, masumiyet, sadakat, sevgi, empati ve şefkat gibi duygular ise kadınlara atfedilmiştir. Bu süreçte, her iki cinsiyetin de aslında bireysel olan duyguları, toplum tarafından biçimlendirilmiştir (Yıldırım ve Gül, 2021).

Elbette bu konu yalnızca kadınları değil, erkekleri de ilgilendirmektedir. Her ne kadar daha çok ezilen kadınlar üzerinden ele alınan bir durum olsa da erkekler de toplumsal cinsiyet rolleri nedeniyle ciddi şekilde etkilenmektedir. Beavoier, erkeklere düşen rollerin de büyük bir yük olduğunu dile getirmiştir. Böylelikle, hemcinslerinin toplumsal cinsiyet açısından yaşadığı zorlukları vurgulayan bir kadın filozof olarak karşımıza çıkan Beavoier, aynı zamanda karşı cinsin de bu durumdan etkilenmesini göz ardı etmeyerek eşitlikçi bir yaklaşım sergilemiştir (Agacinski, 2015:192).

Erkekler, kadının yanındaki üstün konumlarını gözetmek ve bu konuma uygun olarak toplumun beklentilerine yakışacak şekilde davranmak gibi bir yükün altına girmektedir. Ayrıca iş dünyasındaki sorumluluklarıyla zorlanmakta, hatta duygularını bile saklamak zorunda kalabilmektedirler (Yıldırım ve Gül, 2021).

Toplumsal cinsiyet kavramı, cinsler arasındaki biyolojik farklılıklarla değil, toplum içinde verilen rollerle ilgilidir. Kadının doğurma yetisi ve erkeğin kas gücü kıyaslaması öne sürülerek, kadın savunmasız, erkek ise korumacı bir role bürünmüştür (Scott, 2007).

Kadınlar hiçbir zaman aklı temsil etmemiş; hem sınırlandırılmış hem de mahremiyetle kutsanmıştır. İlk çağda kadın, doğa ile özdeşleştirilmiştir. Nitekim Türklerde, “at, avrat, silah” sözünün aslında “at, toprak, pusat” olduğu ve daha sonra kadının doğa ile özdeşleştirilerek toprağın yerini aldığı belirtilmektedir.

Anaerkil dönemde ateşi kadının bulmasına karşın, ataerkil dönemde erkek kadının koruyucusu olmuştur. Yani, toplumsal cinsiyet kavramı özünde tarihsel bir süreçtir ve toplumun cinslerden beklentilerini ifade eder.

İlk çağda toplumsal cinsiyet eşitsizliğine örnek olarak, felsefeye meraklı bir kadın olan Lasthenie’in erkek kılığına girerek Platon’un halka açık derslerine katıldığı bilinmektedir. O dönemde kadınların bu derslere katılmaları yasaktı.

Ortaçağ’a gelindiğinde, dinin etkisi baskın hale gelmiştir. Bu dönemde her şey din bazlı değerlendirilmiş ve benimsenmiştir. Örneğin, Yahudilikte erkek aklı, kadın ise maddeyi temsil etmiştir. Hıristiyanlıkta ise Adem’i cennetten kovduranın Havva olduğu düşüncesi ortaya çıkmıştır.

Kadınlar, tarihte sürekli var olan ikilik çatışmaları ile “iyi” ve “kötü” kadınlar olarak ikiye ayrılmıştır. Cadı avları da bu dönemde, özellikle Ortaçağ Avrupa’sında gerçekleşmiştir.

Toplumsal cinsiyetin inşasında çeşitli nedenler ve etkiler bulunmaktadır. Bu nedenler arasında din (Köysüren, 2016:31), rol modeller (Segal, 1990:182) ve sosyal öğrenme kuramları (Grusec, 1992:778) yer alırken, etkileri hem kadınlar hem de erkekler üzerinde görülmektedir (Yıldırım ve Gül, 2021).

Kız çocuklarına pembe, erkek çocuklarına mavi giydirilmesi veya ağlayan bir çocuğa cinsiyetine göre farklı muamele yapılması, toplumsal cinsiyet rollerini öğreten nedenlere örnek olarak verilebilir. Bunun sonucunda, duygu ifade biçimi ve hangi duyguların hangi cinsiyet tarafından gösterilebilir olduğu gibi davranışlar da bu rollerin etkisiyle şekillenmektedir. Bu durum, toplumsal cinsiyet kavramının bireyler üzerindeki etkileri ile açıklanabilir.

Örneğin, Türkiye’de 1985 yılında Nilüfer’in herkes tarafından bilinen “Erkekler ağlamaz, sil gözyaşını” şarkısına karşılık, 2017 yılında Can Bonomo “Erkekler de ağlar, sev gözyaşını” diyerek bir cevap niteliğinde şarkı söylemiştir (Yıldırım ve Gül, 2021:586).

Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin aşılması ise ebeveynlerin tutumlarıyla mümkündür. Ebeveynlerin, cinsiyet ayrımı yapmadan adaletli ve eşit bir yaklaşım benimsemeleri; kız çocuklarına “savunmasız”, erkek çocuklarına ise “eril ve baskın” roller atfetmemeleri büyük önem taşımaktadır. Unutulmamalıdır ki, çocukluk döneminde gösterilen muamele, toplumsal cinsiyet rollerinin yerleşmesinde belirleyici bir etkendir. Bu nedenle, ebeveynlerin cinsiyet ayrımı gözetmeksizin çocuk yetiştirmesi, bu eşitsizliklerin aşılmasında kilit bir rol oynamaktadır.

Kaynakça:

 Ayşe Arslanbaş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

g

An legimus similique intellegam mel, eum nibh tollit assentior ad. Mei ei platonem inciderint.

e